Biz Türkler ve Yer Altındakiler, Dostoyevski’yi Neden Severiz?

Neva’ya, 07 olana.

“Tolstoy mu Dostoyevski mi?”, edebiyat tarihinin en büyük rekabetini yansıtan sorulardan biri. Bu rekabet üzerine yazılanlar başlı başına bir kitaplık oluşturur. Örneğin George Steiner, Tolstoy mu, Dostoyevski mi? adlı hacimli eserinde iki yazarı karşılaştırarak bu soruya yanıt arar. Dünyanın değişik yerlerinde çeşitli aydınlar, yazarlar, okurlar bu soruyu cevaplamıştır. Kimi birini seçer kimi diğerini. Benim gözlemlerim dünyada Tolstoy’un biraz daha ağır bastığı yönünde. Çünkü onun eserleri Batı kanonuna daha yakın bulunuyor. Türkiye’de bu kıyas, dünyadaki eğilimin tam tersine cevaplanıyor. Biz Türkler, Dostoyevski’yi severiz. Peki Dostoyevski’yi neden severiz?

Dostoyevski, Doğu’nun yazarıdır. Buhranın, medeniyet krizinin, tutkulu düşlerin, yumruğu sıkılı kavgaların yazarıdır. Rus milletinin ve Katolik/Protestan Hristiyan hegemonyasına karşı direnen Ortodoksluğun yazarıdır. Bu bakımdan Türklerin Dostoyevski ile duygudaşlık kurmasını anlayamayanlar oluyor. Dostoyevski muhafazakâr bir Rus olarak Türk düşmanıdır, Türkler nasıl onu kendisine yakın bulabilir diye soruluyor. Halbuki Dostoyevski’nin kini kuramsal, totolojik, üstüncü bir nefretten kaynaklanmaz. Böyle bir kin Batı’ya aittir. Batı’nın kini kuramsaldır, üstencidir. Dostoyevski’nin kini samimidir; düşmana karşı efendice değil, şövalyece, centilmence bir kini vardır. Türkler iki cami arasında kalmış beynamazlığı, Batı’ya karşı son kale olmayı, buna rağmen Doğu’nun içine sürüklendiği teslimiyetçi miskinlikten silkinip ayağa kalkmayı, imkânsızlıkların doğurduğu çaresizliği, çaresizliğe rağmen çabalamayı, sıkıntı ve bıkkınlık içinde dahi azmetmenin bunalımlı iç huzurunu çok iyi bilir. Ahmet Hamdi Tanpınar bir yazısında “Modern Türk edebiyatı bir medeniyet kriziyle başlar.” der. İşte bu medeniyet krizini iliklerinde hissedenlerin anlayacağı ve seveceği bir yazardır Dostoyevski. Tolstoy’un meseleleri tutarlılık ve iç huzurla çözümlemiş, hümanizmi ve evrenselliği insanlığa acıyan, onu birleştirmeye çabalayan hayırsever bir tutumla ele alan tavrı Türk okuruna çok uzaktır. Tolstoy daha ziyade Montaigne’in, Bacon’un okurlarına hitap eder; Dostoyevski ise Ahmet Cemillerin, Ahmet Celallerin okurunda karşılık bulur.

Kültürel yakınlığı fazla deşmenin lüzumu yok. Biraz da Dostoyevski’nin ve okurunun üzerinde duralım. Dostoyevski, bir dikili ağacı olmayanların yazarıdır. Evi olmayan, arabası olmayan, arsası, tarlası, bahçesi, çoluğu çocuğu, kendisine arka çıkacak bir ailesi veya varlıklı çevresi olmayan insanların yazarıdır. Karakterleri de öyledir kendisi de. Şu dünyada her işi yolunda giden, kaderin optimal tarafında kendine yol bulan, şansını da saçma sapan kişisel gelişim tezleriyle, özlü sözlerle, iş sırlarıyla, çalışkan, girişimci vs. karakter masallarıyla teorikleştirmeye çalışanlar anlamaz Dostoyevski’yi. Onlara bir mürşit, bir guru lazımdır. Aradıkları guru profilini de -okumaya yatkınlarsa- bu kıyasın bir tarafı olan Tolstoy’da bulurlar.

Dostoyevski bütün yoksulluğu, bütün çaresizliğine karşı bir tutku adamıdır. Kendisini tutkuyla sevenlerin, kaderiyle inatlaşanların, dinine, milletine, vatanına bağlı olanların, bir düşünce, bir ideal uğruna altruist bir fedayı göze alanların, adanmışların hikâyecisidir. Kendi hikâyesi de böyledir. Radikal bir gruba girer. Tam idam edilecekken gelen af haberiyle dizlerinin bağı çözülür. Onun hayatta kalışı bir an meselesidir. Tolstoy’da böyle pamuk ipliğine bağlı bir ölüm-kalım anı yaşanmamıştır. Tolstoy bir düşünceye adanmışlıkla bağlı kalmaz. Yumruklarını sıka sıka yoldaşlarıyla bir kavgaya atılmak istemez. Onun bağlanacağı bir düşünce yoktur, onun kuracağı bir düşünce vardır.

Dostoyevski’nin neredeyse her romanında bir finansal gerilim vardır. Yoksulluğu iliklerine kadar hisseden, sefalete düşen insanları anlatır. Sefilliğin ne olduğunu onda görürsünüz. Zaten Rus ruhu da sefillik üzerine kurulmamış mıdır? Bütün Rus romanının içinden çıktığı Gogol’un Palto’su bir sefillik abidesi değil midir? Bakın aynı sefilliği Ömer Seyfettin’in Dünya Savaşı ve Mütareke yıllarını anlatan hikâyelerinde, Yakup Kadri ve Halide Edip’in Kurtuluş Savaşı yıllarında anlattığı Anadolu’da, hatta Türk romanının Palto’su sayabileceğimiz Mai ve Siyah’ın Ahmet Cemil’inde de görürüz. Rus ve Türk romanına ruh üfleyen nefes, açlık kokan bir nefestir.

Kumarbaz adeta Dostoyevski’nin hayat hikâyesidir. Avrupa kumarhanelerinde geçirdiği akşamların, kaybettiği paraların, -ve kendisi için belki de en önemlisi- çarçur ettiği zamanların, saatlerin, dakikaların, rulet çarkına ayırarak heba ettiği dikkatinin romanıdır. Gerek Kumarbaz romanında gerek eşine yazdığı mektuplarda kaybettiği paralardan dert yandığını, kendini değersiz hissedip derin bir bunalıma sürüklendiğini görürüz. Ancak az önce de belirttiğim gibi bir dehâ için kumarın en büyük zararı dikkat ve zamanı çalmasıdır. Kumarhanelerin en büyük illüzyonlarından biri zaman algısını yıkmasıdır. Kumarhanenin şatafatlı hayatı, neon ışıklarla süslü olması, büfelerle açlığı ve susuzluğu yatıştırması kumarbazın akan zamanı fark etmemesine yol açar. Dostoyevski gibi bir dâhi için zaman çok kıymetlidir. Oturup yazması gerekir. Dehâyı besleyen ve görünür kılan şeylerden biri de dikkattir. Kumar, dikkatin de çarçur edilmesine neden olur. Belki de bu yüzden, ömür boyu para sıkıntısı çekmesine rağmen bir noktadan sonra Dostoyevski’nin kumardan el çektiğini görürüz.

Suç ve Ceza, bir anlamda parasızlığın, sefaletin görünmez kıldığı dehânın, masumiyetin ve güzelliğin romanıdır. Raskolnikov dehâyı, Sonya ise masumiyeti ve güzelliği temsil eder. Ancak bu değerlerin görünür olmasını engelleyen bir şey vardır: parasızlık. Bu romanda sefalet bütün detaylarıyla anlatılır. Raskolnikov kira yükü altında ev sahibine karşı, borç yükü altında tefecilere karşı ezilir. Sefalet insanı suça iter. Ancak burada suçun veya kabahatin tanımı tartışılmalıdır. Malî umutsuzluğa düşen insanlar, kendilerini bu durumdan kurtarmak için kumar, hırsızlık hatta cinayete başvurmak zorunda hisseder. Çünkü para bir anlamda kapital ilişkisidir. Meşhur deyimle para parayı çeker. Kapitalin olmadığı yerde dehâ da emek de sefaletten kurtuluş çaresi değildir. Romanda Raskolnikov’un yazdığı “Suç Üzerine” makalesi ayrıca önemlidir. Kendisinin üstün insanlar sınıfından olduğunu, üstün insanların da yeteneklerini ortaya çıkarmak için gerekirse suç işleyebileceklerini savunur. Bir dehânın ortaya çıkmasını engelleyen en büyük unsur parasızlıktır. Bu makaleye dayanarak üstün insanların dehâsını ortaya çıkarmak için giriştiği yasa dışı işlerin suç veya kabahat sayılmaması gerekir. Cezaya gelince, sefalet içindeki biri için cezanın ne önemi olabilir? Bu romanda Raskolnikov’un cezası iç huzurunun bozulması, Sonya’ya karşı masumiyetinin zedelenmesidir. Fiili hiçbir ceza, sefil Raskolnikov’u yıldıramaz; onun cezası psikolojiktir.

Ezilmiş ve Aşağılanmışlar’da Vanya adında para kazanmak için yazan umutsuz bir yazar, çevresinde paraya karşı ezilen ve hatta istismar edilen kadınlar ve kız çocukları vardır. Ölüler Evinden Hatıralar’da mahkumların, toplum dışına itilmişlerin hikâyesini anlatır. Dostoyevski’yi kitlelerle buluşturan onun yer altı insanıdır. O, yerin altında kalmış, tutunamamış, kazanamamış, edilgenliğe mahkûm edilmiş, her defasında denemiş ama başaramamış, yerin altına itilmişlerin yazarıdır. Yeraltından Notlar, yerin altında kalanların yer üstüne ulaşmayan çığlığıdır. Dostoyevski yer altındakilerin kahramanı, onların sözcüsüdür. Kendisini bütün bir edebiyat dünyasından ayıran bu özelliğidir. Yeraltından Notlar bir sancı romanıdır. Acı çekenlerin yaralarını kanatmaktan duyduğu zevkin romanıdır. Budala ise paranın ezici gücünün hissedildiği bir romandır. Paranın satın alma gücü sürekli tekrar edilir. Zarif ve seçkin bir kadını elde etmek için adeta açık artırmayı andıran konuşmalar şölenlerde, davet masalarında ulu orta konuşulur. Budala bir nevi insanlık onurunu, hürriyeti bonservisle eşitleyen bir romandır. Ecinniler, siyasi bunalımın, bir ideale tutunarak var olmaya çalışanların romanıdır. Aslında siyaset, idealizm, ütopya, ihtilâlcilik; sefaletin sonucu olan öfkeyi kutsal ve meşru bir kisveyle şiddete dönüştürmenin yoludur. Öteki; gölgede kalmışların, sinmişlerin, görülmeyenlerin, kendisiyle konuşulmayanların, kendini gerçekleştiremeyenlerin, olamayanların romanıdır. Beyaz Geceler, gece yarısı çıkıp yürüyenlerin romanıdır.

Bütün bu eserlerde Dostoyevski’nin bize acınacak bir tablo resmettiğini görmeyiz. Dostoyevski kendini dağlar, bizim de yaralarımızı kanatır. O, insan ruhunun çözümleyicisi değil yoldaşıdır. Parasızlıkla, paçavralar içinde, ısınamayarak, barınamayarak, hastalıkla, sıtma içinde yaşayanları anlatan Dostoyevski’nin neredeyse her romanında ölüm döşeğinde olan biri vardır. Yataktan kalkamayan aylaklar, aşırı düşünmekten bunalanlar, toplumdan iğrenenler, dünyayı bambaşka şekilde algılayan radikaller Dostoyevski’nin roman evreninin, yer altının insanlarıdır.  Dostoyevski hayatı bir iğneli fıçı içinde yaşayanların huzursuzluğunu anlatır.

Yukarıda değinmediğim Karamazov Kardeşler, bugünkü görüşüme göre dünyanın en iyi romanıdır (Aşkım da değişebilir, gerçeklerim de). İnsanı anlatmakta, dünya ağrısını yansıtmakta, biz insanların ne olduğunu yüzümüze çarpmakta en becerikli romandır. Bu romanı birkaç satıra sığdırmak haksızlık olur diye düşündüm.

Dostoyevski’yi severiz çünkü o kumarbazların, kiracıların, budalaların, aşağılanmışların, ezilmişlerin, hor görülmüşlerin, sevilmeyen evlatların, reddedilen erkeklerin, hayırsız babaların, gayrimeşru çocukların, davetlere çağrılmayan arkadaşların, alkoliklerin, intihar edenlerin, merdümgirizlerin, fikirlerini beyninde bir bomba gibi taşıyan ihtilâlcilerin, acıların, bunalımların, rutubetli evinde geceleri yüzünü kanatarak ağlayan, inleyerek acı çeken yaralı hayvanların, masumiyet timsali dindar Alyoşaların, genç kız Sonyaların, saf çocuk İlyuşaların, Nellilerin, kısacası yer altı ahalisinin prensidir.

Dinlemek isteseniz de istemeseniz de şimdi size niçin bir haşere bile olamadığımı anlatmak istiyorum baylar. Tamamıyla ciddi olarak söyleyeyim ki böcek olmayı çoğu zaman arzuladım. Yazık ki buna bile layık olamadım. Baylar, yemin ederim ki her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; gerçek, tam manasıyla bir hastalık. İnsana, gündelik hayatını sürdürmesi için gereken anlayışın yarısı, hatta dörtte biri dahi, yeryüzünün en soyut, en inatçı şehri olan Petersburg’da oturmak gibi katmerli bir felakete uğramış, talihsiz on dokuzuncu yüzyıl aydınımıza yeterdi. (Öyle ya, şehirlerin de inatçı olanları ve olmayanları vardır.) Şu hâlde insan, örneğin içi dışı bir, iş adamı denen kimselerin sahip olduğu anlayışla yetinmelidir. Bahse girerim ki, bunları gösteriş olsun diye, hem de kılıcını şıkırdatan subayımızınki türünden zevksiz bir gösteriş için, iş adamlarını alaya alarak yazdığımı sanıyorsunuz. Fakat baylar, siz hiç hastalıklarıyla övünen, hele bunlarla gösteriş yapmaya kalkışan birini gördünüz mü?Yeraltından Notlar

Şaka ediyorum elbette baylar; şakalarımın oldukça tatsız kaçtığının da farkındayım, fakat söylediklerimin hepsini şaka diye alamazsınız. Belki dişlerimi gıcırdata gıcırdata latife ediyorum.Yeraltından Notlar

Tanrı bana bütün hayatım boyunca eziyet etti.” Dostoyevski, Stefan Zweig- 3 Büyük Usta “Tanrı Eziyeti” bölümünden.

Onun bu Mesihçe yazıları –bunlar politik yazılar ve Karamazov Kardeşler’in bazı bölümleridir– oldukça müphemdir. Bu yeni İsa çehresi muğlak bir şekilde belirir bu yazılarda, bu yeni kurtuluş ve evrensel barış: Sert hatları, gergin çizgileriyle bir Bizans çehresi. İsten kapkara olmuş eski ikonlar gibi dimdik bakmaktadır bize bu yabancı ve sert gözler; ateş, sonsuz bir ateş vardır içlerinde, ama aynı zamanda nefret ve sertlik de. Biz Avrupalılara, biz kayıp putperestlere bu Rus kurtuluş mesajını bildirirken Dostoyevski’nin kendisi de korkunçtur. Kızgın, fanatik bir Orta Çağ rahibi, elinde kırbaç gibi bir Bizans ikonu, işte böyle durur bu politikacı, bu dinsel fanatik karşımızda. Bir hezeyan içinde, mistik kramplara yakalanmış gibi anlatır öğretisini, yumuşak bir vaaz biçiminde değil, şeytani öfke krizleri içinde boşaltır o taşkın tutkusunu. Her itirazı topuzla yere serer, hummalı, kibirli bir şekilde, nefret kıvılcımları saçarak saldırır zamanın kürsülerine. Ağzı köpükler içindedir ve titreyen elleriyle şeytan çıkarma duaları serpmektedir dünyamızın üzerine.” Stefan Zweig- 3 Büyük Usta “Tanrı Eziyeti” bölümünden.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz