AKP’NİN DARBE GİRİŞİMİ VE KÖTÜLÜĞÜN SIRADANLIĞI BAĞLAMINDA POLİS ŞİDDETİ

AKP’nin 19 Mart tarihli darbe girişiminin ardından, Türk milleti her kesimden, her yaştan insanıyla bu müdahaleyi engellemek ve püskürtmek amacıyla sokaklara ve meydanlara döküldü. Gösteriler birinci haftasını geçmesine rağmen doğrudan ve somut bir sonuç alınabilmiş değil. Ancak bu, aslında oldukça doğal; zira 19 Mart darbe girişiminin, yakın tarihte bir gecede bastırılabilen 15 Temmuz darbe girişiminden önemli bir farkı var. 15 Temmuz’da Türk halkının yanında ordu, polis, medya ve devletin diğer aygıtları yer almıştı. Oysa bugün Türk milleti, doğrudan devlet gücünün her türlü aygıtını elinde tutan bir yapıyla mücadele ediyor.

AKP ve Erdoğan iktidarının tarihi, herkese özgürlük vaat eden bir mağdur figürünün, zamanla her türlü özgürlüğü kısıtlayan otoriter bir lidere dönüşümünün hikâyesidir. Bu dönüşümün farkında olanlar için yeni baskılar, hukuksuzluklar ve kısıtlamalar pek şaşırtıcı değildir. Ancak hafızası zayıf olanlar ya da yaşananları geçici siyasi manevralar olarak görenler için son gelişmeler büyük bir hayal kırıklığı yaratmış olabilir.

Cumhuriyetin kuruluş felsefesini ve değerlerini korumakla görevli olan, cumhuriyetin sigortası mahiyetindeki kurumları birer birer etkisizleştiren, hatta kendi kontrolüne alan AKP iktidarı, siyasal İslam zihniyetinin doğası gereği belli bir güçle yetinmemekte ve mutlak otorite sağlanana dek ilerlemektedir.

Oysa Cumhuriyetin temeline yerleştirilen kuvvetler ayrılığı, hukuk devleti ve özgür yurttaş ideali, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde sadece bir yönetim biçimi değil, aynı zamanda bir millet olma bilincinin ifadesiydi. Bugün etkisizleştirilen kurumlar, yalnızca teknik birer yapı değil; Türk milletinin kendi geleceğini tayin etme iradesinin taşıyıcılarıdır. Bu yapıların çöküşü, halkın iradesinin sembolik olarak değil, fiilen gasp edilmesi anlamına gelmektedir.

Elbette yıllar içinde meşru ya da gayrimeşru yollarla ele geçirdiği yargı gücünü, siyasi rakiplerini, yaşam tarzını benimsemediği kesimleri cezalandırmak için kullanan bu iktidarın pratiğine yabancı değiliz. Fakat bu kadar pervasız bir yargı gücü kullanımı, geçmişte yalnızca FETÖ’cülerin başrolünde olduğu ve daha sonra yalnızca onların suçuymuş gibi gösterilen Ergenekon ve Balyoz süreçlerinde görülmüştü.

19 Mart’tan bu yana yaşananlar, başka bir açıdan da Gezi Eylemleri’ni hatırlatıyor. Gezi’de nasıl ki insanlar sadece birkaç ağaç için değil, yıllardır biriken adaletsizliğe ve “ben yaptım oldu” anlayışına karşı sokağa çıktıysa; bugün de farklı dünya görüşlerinden gençler, siyasi yelpazenin farklı kesimlerinden insanlar sadece Ekrem İmamoğlu için değil, hayatlarının ve hayallerinin ellerinden alınmasına karşı sokaklar ve meydanlarda bir direniş sergiliyorlar.

Bu noktada, gücü arttıkça kibri de artan, devletin tüm mekanizmalarını tek elde toplayarak bir tek adam rejimi yaratan iktidar, halk nezdindeki meşruiyetini kaybettiğinin farkında olduğu için kolluk kuvvetlerini sahaya sürmekten çekinmemektedir. Artık kamu düzenini sağlamakla görevli polis, anayasal haklarını kullanan vatandaşlara karşı hukuksuz bir baskı aracına dönüşmüş durumda.

Burada dikkat çekici olan bir diğer nokta ise Türkiye’deki polis teşkilatının, yalnızca iktidarın direktifleriyle değil, aynı zamanda sosyolojik ve ideolojik saiklerle de hareket ediyor olmasıdır. Bugün sokağa çıkan kitlenin büyük çoğunluğu seküler, laikliğe inanan ve otoriterliğe karşı bilinçli bir muhalefet çizgisinde yer alırken; polis teşkilatının önemli bir bölümü ya doğrudan siyasal İslamcı söylemlere angaje olmuş kişilerden ya da çeşitli cemaat ve tarikat bağlantılarına sahip bireylerden oluşmaktadır. Bu durum, ideolojik bir kutuplaşmayı daha da derinleştirmekte, polisin eylemcilere karşı duyduğu düşmanlığı sadece “emir-komuta zinciri” ile açıklanamayacak bir hale getirmektedir. Bu düşmanlık, bazen inanç ve yaşam tarzı farklılıklarının öfkeye, hatta kin ve sadistik bir tatmine dönüştüğü anlara bile tanıklık etmemize neden olmaktadır.

Ayrıca polis teşkilatının bir diğer bileşeni olan MHP kökenli ülkücüler de bu şiddet pratiğinin önemli taşıyıcılarından biridir. Ülkücülerin bu gibi sokak hareketlerinde sıklıkla otoriter düzeni savunma refleksiyle hareket ettikleri, özellikle kendi tabanlarından ayrıldıkları için ihanet içinde olduklarını düşündükleri seküler milliyetçi gençliğe ve sol gruplara karşı tarihsel bir gerilim içinde oldukları da düşünüldüğünde, şiddet eğiliminin yapısal bir arka planı olduğunu görmek zor değildir.

Tüm bu ideolojik motivasyonların ötesinde, Türkiye’de polislerin kendi hakları ve meslek onurları için dahi eylem yapamıyor oluşu, ayrı bir sosyolojik trajedidir. Yunanistan, Fransa ve Meksika gibi ülkelerde son yıllarda polisler kitlesel olarak meydanlara çıkıp özlük haklarını tartışma konusu yaparken; Türkiye’de polislerin son eylemi 2000 yılına dayanmaktadır. O tarihten bu yana polisler, hem kendi sorunlarını dile getirecek cesareti hem de “biz halka bunları yapmak istemiyoruz” diyebilecek özgüveni gösterememektedir. Bu durum, devletin kutsal ve dokunulmaz bir otorite olarak içselleştirildiği Türk siyasal kültürüyle doğrudan ilişkilidir. Devlet, burada halktan daha kutsal; “muktedirin” talimatı, vicdandan daha baskındır. Bu zihniyet, bireysel inisiyatifin yokluğuna ve her türlü kurumsal eleştirinin bastırılmasına yol açmakta, devletle özdeşleşen polis için halkla empati kurmayı imkânsız hale getirmektedir.

Polis şiddetinin sadece siyasal ya da ideolojik saiklerle değil, aynı zamanda psikolojik etkenlerle de beslendiğini göz ardı etmemek gerekir. Uzun süreli baskı altında görev yapan, karşısındakini “potansiyel tehdit” olarak görmeye şartlandırılmış, içinde bulunduğu kurum kültürü tarafından empati yerine tahakküme yönlendirilen birçok polis memuru, zamanla kendi kimliğini yalnızca otoritenin bir uzantısı olarak tanımlar hâle gelir. Bu durum, onları yalnızca dışa dönük şiddete değil, aynı zamanda içsel bir çöküşe de sürükler. Sürekli tetikte olma hâli, güvensizlik, görev baskısı ve emir-komuta zincirinin yarattığı otoriter yapı, bireysel ruhsal çözülmeleri beslerken, şiddetin bir “duyarsızlaşma” biçimi olarak içselleştirilmesine neden olur. Böyle bir ruh hâli içinde, bir göstericinin yüzüne gaz sıkmak ya da yere yatırılmış bir genci tekmelemek, artık bir vicdan muhasebesine değil, mesleki bir rutin refleksine dönüşür. Asıl trajedi ise, bu psikolojik deformasyonun hem bireysel hem toplumsal düzeyde fark edilmemesi ya da fark edilse bile konuşulmamasıdır.

İşte tam da bu noktada Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramı kendini bütün çıplaklığıyla gösteriyor. Arendt’in Eichmann örneği üzerinden anlattığı gibi, kötülük, çoğu zaman düşünmeden, sorgulamadan, itaat ederek yapılır. Bugün Türkiye’de şiddet uygulayan birçok polis, tek başına birer “canavar” değildir belki; ama sistemin ahlakı askıya alan işleyişine kendini teslim etmiş, bireysel muhakeme yetisini bir kenara bırakmış, eleştiri yeteneğini bastırmış sıradan insanlar haline gelmişlerdir. Ve tam da bu yüzden tehlikelidirler. Çünkü kötülük, birinin gözünü oymakla, başka birinin suratına yakın mesafeden gaz sıkmakla değil; bunları yaparken “Ben sadece görevimi yapıyorum” diyebilmekle başlar.

Bu cümlede gizli olan şey, bir toplumun çöküşüdür aslında. Çünkü şiddet, yalnızca onun kurbanı için değil; onu uygulayan için de bozucu, dönüştürücü ve yozlaştırıcı bir deneyimdir. Ve bu yozlaşma, yalnızca birey düzeyinde kalmaz; toplumun adalet, vicdan ve dayanışma gibi temel normlarını da içten içe çürütür.

Bu noktada polisin artık sıradan bir güvenlik görevlisi olmaktan çıkarak, ideolojik bir savaşın parçasına dönüşmesi, Türkiye için son derece tehlikeli bir eşiğin aşılmış olduğunu gösteriyor. Artık polis üniforması, sadece devletin değil, belirli ideolojilerin ve siyasal hesapların çıkarlarının zırhı hâline gelmiş durumda. Bu dönüşüm, polisle halk arasındaki ilişkiyi geri döndürülemez bir şekilde zedelemekte, vatandaşın devlete olan güvenini neredeyse tamamen ortadan kaldırmaktadır.

Üstelik bu durum yalnızca bugünü ilgilendirmiyor. Yarına dair tahayyüllerimizi, umutlarımızı da sakatlıyor. Genç bir insanın, sokağa çıktığında karşısında kendisini koruyacak bir kamu gücü değil, onu ezmeye, sindirmeye, hizaya sokmaya programlanmış bir şiddet makinesi bulması; toplumsal sözleşmenin sessizce ama büyük bir gürültüyle yırtılması demektir.

Ve böyle bir ortamda yalnızca polis değil, toplumun tamamı düşünme ve muhakeme etme yetisini kaybetmeye başlar. Herkes kendi küçük konfor alanına çekilir, olan biteni izler ama tepki vermez. Herkes bilir ki sesini çıkarırsa hedef olur. Herkes bilir ki hak, artık ancak güçlü olana verilir. İşte kötülüğün sıradanlaştığı, “normalleştiği” zemin budur.

Peki ne yapılabilir?

İlk olarak, şunu kabul etmek gerekir: bu tür bir iktidar yapısı ile mücadele sadece siyasi değil, aynı zamanda kültürel, ekonomik, etik ve zihinsel bir mücadeledir. Bu nedenle “muhalefet” yalnızca seçim sandığında değil, sokakta, üniversitelerde, sosyal medyada, sanat ve edebiyatta, gündelik dilde ve yaşam pratiklerinde de üretilmeli, yeniden inşa edilmelidir. Örneğin televizyon kanallarına ve bazı markalara yönelik başlatılan boykot bunun güzel bir örneğidir ve kararlılıkla devam ettirildiğinde mutlaka bir etkisi olacaktır.

İkinci olarak, vicdan sahibi polislerin, bürokratların ve kamu çalışanlarının sessizliklerini bozması gerekir. Arendt’in dediği gibi, kötülük yalnızca aktif kötülerle değil, pasif iyilerin suskunluğuyla da büyür. “Ben böyle olsun istemiyorum” diyebilen bir kişi bile, o otoriter duvarın ilk çatlağını yaratabilir.

Üçüncüsü, toplumun farklı kesimleri arasındaki ideolojik duvarların aşılması gerekir. Bu sadece bir siyasi mücadele değil, aynı zamanda ortak insanlık değerlerinin savunusudur. Sekülerler, dindarlar, milliyetçiler, sosyalistler, muhafazakârlar; eğer özgürlük, adalet ve hukuk adına aynı zeminde buluşamazlarsa, hepimiz aynı karanlığın farklı odalarında boğulmaya devam ederiz.

Son olarak, unutmamak gerekir ki bu topraklar, her baskı döneminde yeniden dirilen bir hafızaya ve direnme kapasitesine sahiptir. Kimi zaman bir öğrencinin gözaltında haykırdığı bir cümlede, kimi zaman bir annenin adliye önünde tuttuğu dövizde, kimi zaman bir sanatçının sahnede kurduğu bir cümlede, bu direncin yankısını duyarız. Ve bu yankılar birleştiğinde, susturulmak istenen sesler yeniden bir halkın vicdanına dönüşür. Bu yüzden karanlık bastırdığında yapılacak şey, mum aramak değil; bir başkasının elindeki ışığı görmek ve birlikte yürümektir.

Unutmamak gerekir ki Türk milleti, tarih boyunca nice zorluğu ancak bir arada durarak, ortak değerlerine sahip çıkarak aşmıştır. Bugün de çözüm, bölünmede değil; adalet, özgürlük ve eşitlik temelinde yeniden birleşmektedir. Atatürk’ün “Türk milletinin karakteri yüksektir” sözü, bu karanlık dönemlerin geçici olduğunu ve yeniden aydınlık bir geleceğin inşa edilebileceğini bizlere hatırlatmaktadır.

Selim UYSAL

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz