“Ben bir ağacım, çok yalnızım.” Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı romanında bir bölüm bu cümleyle başlar. Kahvehanede hikâyeler anlatan meddah, duvara bir hayal yansıtır ve onun ağzından hikâyeler anlatır. Bu hikâyede anlatıcının ağaç olması çarpıcıdır. Çünkü ağaçlar birçok şeye şahit olmalarına rağmen anlatamazlar. Edebiyatta ağaç sembolünün gizemi de buradadır. Ağaçlar sabittir, yaşlıdır, dik durur, her şeyi görür, her şeyi duyar ama anlatamaz. Ağacın dilsizliği ve hareketsizliği üzerine çok şey yazılmıştır. Benim Adım Kırmızı’daki ağaç, hareket kabiliyeti noksanlığından şikâyet eder ve “Ben bir ağacın kendisi değil, mânâsı olmak istiyorum” der. Şimdi ağacın mânâsı üzerine düşünmenin zamanıdır.
Ağacın mânâsı üzerine düşünmeden önce, büyük buluşların, fark edişlerin mekanının ağaç gölgeleri olduğunu hatırlayalım. Ağacın bizi düşündürücü etkisi vardır. Bir kere ağaçlar çok iyi sırdaştır. Hem söylediklerimizi hiç bölmeden, çok iyi dinler hem de sırlarımızı kimseye söylemez, söyleyemez. Bizden büyüktür, bizi esirger, bizi gölgesinde serinletir, saçak altlarında yağmurdan korur, gövdesi güven verir.
Ahmet Haşim, “Bir Ağaç Karşısında” yazısında bir çiçekçi dükkanında gördüğü hurma ağacından bahseder. Bu ağacın doğal ortamının dışına çıkarılmasına üzülür. Çünkü ağaçlar hakkında bildiğimiz şeylerden biri de “yerini sevme”dir. Bir ağaç yerini severse mesut olur. Altındaki toprak, üstündeki hava, aldığı ışık yeterlidir onun için. Yerini severse yüzyıllarca orada kalabilir. Ölecekse de sevdiği toprakta ölmeyi, o toprağa karışmayı tercih eder. Ağaçlar bulunduğu yerde sevilme özelliğine de sahiptir. Birçok belde oradaki ağaçtan adını alır. Dünyanın birçok yerinde anıtlaşan ağaçlar yer alır. Anıt ağaçlara sahip çıkmak da bir medeniyet göstergesidir. Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir’de bir ağacın ölümünün medeniyet için de bir kayıp olduğunu söyler: “Bir ağacın ölümü, büyük bir mimarî eserin kaybı gibi bir şeydir. Ne çare ki biz bir asırdan beri, hatta biraz daha fazla, ikisine de alıştık.”
Türk tefekkürünün önemli isimlerinden olan, yakın çevresi tarafından filozof namıyla anılan Ziya Gökalp; spekülatif düşünceyi bir ağaç altında düşünmekle özdeşleştirir. Diyarbakır’da tamamen kendi imkanlarıyla çıkardığı ve daha ziyade düşünce yazılarına ağırlık verdiği Küçük Mecmua’nın ilk sayısında “Çınar Altı” başlıklı bir yazı yayımlar. Günlük hayatın telaşından sıkılan bir düşünce ehlinin sığınağı olarak görür çınar altını: “Bilmem, kaç sene evveldi. İstanbul’da, hayat mücadelesinin heyecanlı gürültülerinden, ferdî ihtilatların bitmez tükenmez dedikodularından bıkmıştım. Ruhumu dinlendirecek bir istirahat köşesi, kalbime teselli verecek bir gönül arkadaşı arıyordum. Aradım, aradım, nihayet, yeşil çamlar arasında bir istiğrak yurdu; bir ‘Çınar altı’ buldum.” Çınar altında hayali bir dostla buluştuğunu, bu dostun ehlivukuf bir filozof olduğunu söyleyen Gökalp, yazının sonunda meçhul filozofun kimliğini açıklar: Yeni Mecmua. Yeni Mecmua, Gökalp’ın Küçük Mecmua’dan önce çıkardığı dergidir. Yeni dergisinde de aynı sükûn yuvasını tesis etmek istediğini söyler. Gökalp 1923-1924 yıllarında Cumhuriyet gazetesinde “Çınar Altı” adında bir sütunda Türk edebiyatının en güzel söyleşi dizilerinden birine imza atar. Bu yazı dizisi bir yazarın kendisiyle söyleşmesinin en güzel örneklerindendir. Her yazıda çınar altına giden yazar orada karşılaştığı “meçhul filozof”a sorular sorar. Meçhul filozofun yanıtları latif, özellikle çocuklara da hitap eden eğitsel bir dille aktarılır.
Ağaçlar fark edilmemenin de sembolüdür. Nazım Hikmet, “Ceviz Ağacı” şiirinde bunu işler: “Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda. / Ne sen bunun farkındasın ne polis farkında.” Mitolojide ağaç kendini gizlemenin en iyi yöntemlerinden biridir. Yunan mitolojisinde Apollon, Defne adında bir kıza âşık olur. Kız onu istemez ama tanrının da gazabından sakınır. Apollon’dan saklanmak için tanrılara yalvarır, tanrılar da onu bir defne ağacına dönüştürür. Sevgilisinin ağaca dönüştüğünü gören Apollon, defne ağacının yapraklarından bir taç yapar. Roma imparatorlarının defne yapraklarıyla süslenmiş taç takmasının nedeni de Apollon’un bu hikâyesidir.
Her şey geçer. Her şey silinip kaybolur. Şahidi ağaçlar, ormanlar geride kalır. Melih Cevdet Anday, yerleşik paradigmayı eleştirdiği, köleliği, sömürüyü ele aldığı felsefi şiirine bu yüzden “Defne Ormanı” adını vermiştir.
Köle sahipleri ekmek kaygusu çekmedikleri
için felsefe yapıyorlardı, çünkü
Ekmeklerini köleler veriyordu onlara;
Köleler ekmek kaygusu çekmedikleri için
Felsefe yapmıyorlardı, çünkü ekmeklerini
Köle sahipleri veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Köleler felsefe kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapıyorlardı, çünkü
Felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara;
Felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini
Felsefe veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Felsefenin ekmeği yoktu, ekmeğin
Felsefesi. Ve sahipsiz felsefenin
Ekmeğini, sahipsiz ekmeğin felsefesi yedi.
Ekmeğin sahipsiz felsefesini
Felsefenin sahipsiz ekmeği.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Hala yeşil bir defne ormanı altında.
Ağaç aynı zamanda huzurun, dinginliğin, tasasızlığın da bir sembolüdür. Can Yücel “Sakız Ağacı” şiirinde tasasız bir ağaçtan bahseder.
Anmadı geçenleri bir defa bile;
Ne uğraşır mesut olan gelecekle?
Bir avare misali, günü gününe,
O bir sakız ağacıydı, yaşadı sade.
Ağaçların rahatı yerindedir ama bazı muzip çocuklar onların da rahatını kaçırmak ister. Rahat nasıl kaçırılır? Tabii ki okuyarak, düşünerek, aşk derdi çekerek. Melih Cevdet Anday “Rahatı Kaçan Ağaç”ta kendi hâlinde yaşayan bir ağacın rahatını kaçırmanın yolunu bulur:
Ona bir kitap vereceğim
Rahatını kaçırmak için
Bir öğrenegörsün aşkı
Ağacı o vakit seyredin.
Aslında her canlı gibi ağaçların da dertleri vardır. Doğaları gereği ketum oldukları için söyleyemezler. İçine ata ata dertlerini büyüten insanlar da “Ahlar Ağacı”na dönüşür. Didem Madak, “Ahlar Ağacı”nda derdini akıtamayan yalnızların sözcüsü olur:
Ahlat ahların ağacıydı,
Yaşlanmaya başlayanların,
İtiraf edilememiş aşkların,
Evde kalmış kızların.
Ahlat ahların ağacıydı,
Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse,
Öyleydi işte.
Ağaçlar fark edilmez, dilleri yoktur, söyleşemez, arkadaşlık edemez, duygusunu aktaramaz sanırız ama bütün oyunu çocuklar bozar. Çocukların yoldaşıdır ağaçlar. Çocuklar ağaçları, ağaçlar çocukları sever. İkisinin de sözünün hükmü yoktur büyükler dünyasında. Arif Nihat Asya, bu dostluğu “Çocuk ve Ağaç” şiirinde anlatır:
Çocuk, çok sevdi ağacı…
Verirdi ona, her kış
Çiçekleri olaydı!
Ağaç, çok sevdi çocuğu…
Öperdi altın saçlarından
Dudakları olaydı!
Aziz Nesin de “Arkadaşım Badem Ağacı”nda bir ağaçla dostluğu işler. Safdillik bağlamında badem ağacıyla kendisi arasında özdeşlik kurar.
Sen ağaçların aptalı
Ben insanların
Seni kandırır havalar
Beni sevdalar
Çocuklar ağaçları bir oyun arkadaşı gibi görür. Onların yerinden kalkıp kendileriyle oynamalarını kurarlar. Orhan Veli “Ağacım” şiirinde bu çocuksu hayalden bahseder:
Mahallemizde
Senden başka ağaç olsaydı
Seni bu kadar sevmezdim.
Fakat eğer sen
Bizimle beraber
Kaydırak oynamasını bilseydin
Seni daha çok severdim.
Çoğumuzun yüreğine işleyen Şeker Portakalı’nda yabancı bir mahalleye taşınan Zeze’nin tek arkadaşı bir şeker portakalı ağacıdır. Bütün dertlerini, bütün sırlarını ona açar. Zeze bütün hayallerinde, bütün oyunlarında dostuna da yer ayırır. Ona bir ad da verir: Minguinho.
Görüldüğü gibi ağacın mânâsı pek çoktur. Belki de hiç yoktur. Mânâyı bulmak için ne yapmalı? Derinleşmeli. Kökleri derine giden şey ağaçlardır. Ya da bir erik ağacının tepesine çıkmalı. Türk edebiyatında mânâsız dizelerinde en büyük mânâlar aranan Yunus Emre “Yunus bir söz söylemiş, hiçbir söze benzemez, / Münafıklar elinden örter mânâ yüzünü.” sözleriyle biten şiirine yine ağaçları konu ederek başlamıştı: “Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü, / Bostan ıssı kakıyıp der ‘ne yersin kozumu?’”