“Göç” arkaik dönemlerden beri toplumların ya da bireylerin deneyimledikleri olgulardan biri olmuştur. Dünya üzerinde yaşamış hemen her topluluğun bir şekilde göçü deneyimlediği, bireysel olmasa da dâhil olunan toplum vesilesiyle göçe maruz kalındığı ifade edilebilir. Toplumumuzun da tarihin farklı veçhelerinde göçler yaşadığı, bizlerin değilse bile atalarımızın göç etmiş olması ile deneyime dâhil olduğumuz söylenebilir. Elbette fiziki anlamda göç etmek farklılık arz edecektir fakat geçmiş dönemde yaşanmış göçün yarattığı etkilerin günümüzde de hissedildiği, bireylerin kendileri doğup büyüdüğü topraklarda var olmaya devam etse de göçün toplumsal kimlik ile irtibatını yaşamaya devam ettiği bir gerçektir.
Göç, aynı zamanda tarihi şekillendiren önemli sosyal olaylardan biridir. Göçlerin yaşanmadığı bir dünyada ihtimal odur ki tarih yazımı oldukça kolaylaşacaktı. Bu nedenle sona ermeyecek bir olgu olarak da düşünülebilir. Göç, sadece bir yerleşim yerinden başka bir yerleşim yerine gitmekmiş gibi görünse de içerisinde sayısız süreci barındıran oldukça girift bir olgudur. Sebepleri, sonuçları, aksiyon süreçleri, alışma evreleri, uyumsuzlukları ya da asimilasyonları vb. pek çok toplumsal etkilenimi içermektedir.
Dolayısıyla akademik dünyada son derece ilgi çeken alanlardan biri olmuştur. Fakat özellikle son 15 yıllık süreçte göç olgusunun sosyal bilimler literatüründe yoğun ilgiyle karşılandığı görülmektedir. Onlarca kitap yazıldığı, yüzlerce makale yayınlandığı, bir o kadarda dijital ortamlarda analizlere yer verildiği görülmüştür. Söz konusu durumun temel nedeni, elbette küresel düzeyde artan göç hareketleri olmuştur. Ülkemizin de yoğun olarak müdahil olduğu spesifik göç olayları toplumları derinden etkilemiştir. Bu durum sosyal bilimler literatüründe her ne kadar ilgi uyandırsa ve nicelik olarak yayınların sayısında artış yaşansa da birtakım dezenformasyonlara da maruz kalınmıştır. Salt alan çalışmaları ya da yorum yapma heyecanı teorik düzlemin zaman zaman geri planda kalmasına neden olmuştur.Sosyal bilim çalışmalarında kavramlar son derece önemlidir. Kavramsal çerçevenin kurulamayışı kavram kargaşaları gibi durumlar mevzuların doğru şekilde analiz edilmesini sekteye uğratabilecek erktedir. Bu nedenle kavramların doğru bir şekilde kullanılması gerekmektedir.
Göç olgusu da girift yapısı itibariyle onlarca farklı ama oldukça temel kavram setlerini bünyesinde barındırmaktadır. Bunlardan birisi de “mülteci” kavramıdır. Hemen hemen her kesimden bireyin aklına “mülteci” denildiği zaman Suriyeli göçmenler gelmektedir. Bu bir realite olmakla birlikte burada kullanılan “mülteci” kavramı esasen hatalıdır. Kavramlar her ne kadar hermeneutik olarak bireylerin yükledikleri anlamları içerme kabiliyetine sahip olsalar da sosyal bilimler literatüründe kullanımı kabul görse de genel göç teorileri yönünden bakıldığında doğru olmadığı ifade edilebilir. Türkiye 1951 yılında küresel düzeyde kabul gören bir antlaşma olan Cenevre Sözleşmesi’ne katılmıştır. Bu sözleşmede “mültecilik” şu şekilde kabul edilmiştir;
“Gerek harp harekâtı, gerek harbi müteakip Avrupa’da vukua gelen rejim değişiklikleri dolayısıyla vatanından ayrılan ve daha önce tâbi bulundukları devletin himayesini kaybeden milyonu mütecaviz kimsenin barındırılması ve durumlarına bir hal tarzı bulunması büyük çapta bir milletler arası mesele olarak ortaya çıkmıştır. (…) Irkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle, yararlanmak istemeyen yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen her kişi olarak tanımlanmaktadır” (TBMM, 2011, s. 6)
Yukarıdaki haliyle mültecilik Avrupa uyruklu göçmenlere tahsis edilen bir hak olarak kabul edilmiştir. Fakat 1961 yılında yapılan revizyon ile ülkelere Avrupa coğrafyası ile sınırlı kalmayıp Avrupa dışı ülkelerden gelen göçmenleri de mülteci olarak sayabilecekleri hakkı verilmiş olsa da Türkiye’de söz konusu coğrafi kısıtlamaya devam etme kararı alınmıştır (Dost, 2014: 34-35). 2013 yılında ve sonrasında göçmen uygulamalarına yönelik birtakım revizyonlar gerçekleştirilmiş ve Avrupa dışından gelen göçmenlere geçici bir süre kalma imkânı sunulmuş ve geçici koruma statüsü verilmiş olsa da “mültecilik” statüsü verilmemiştir. Dolayısıyla gerek gündelik hayattaki kullanımı gerekse akademik metinlerdeki kullanımı itibariyle Suriyelilere “mülteci” kimliği ile hitap edilmesi kavramsal bir kargaşanın varlığını göstermektedir. Benzer durum salt Suriyeliler için değil; diğer Avrupa dışından gelen göçmenler için de geçerliliğini korumaktadır. Söz konusu durum bazen hukuki haklar hususunda dezenformasyonlara sebep olabilirken; farklı bir takım sosyal sanrılara da yol açabilmektedir. Özetle; toplumsal bir olguyu deneyimlemiş bireylere göçmen deyip geçmemek gerekir. İçerisinde farklı farklı kavramsal kullanımlar bulunuyor olduğunun bilincinde olmak ve özellikle bu kavramlara yönelik yorumlamalarda dikkatli olmak tercih edilmelidir. Bu durum hem yanlış anlaşılmaların hem de dezenformasyonların önüne geçmek adına önemli görülmelidir.
Kaynakça
Dost, S. (2014). Ulusal ve uluslararası mevzuat çerçevesinde ülkemizdeki Suriyeli sığınmacıların hukuki durumu, Süleyman Demirel Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 4(1), 27-69. https://dergipark.org.tr/tr/pub/ sduhfd/issue/22974/245781.
Türkiye Büyük Millet Meclisi (2011, Mart 15). Cenevre’de 1951 tarihinde imzalanmış olan mültecilerin hukuki durumuna dair sözleşmenin tasdiki hakkında kanun tasarısı ve dışişleri komisyonu raporu (1/125). https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/KM__/d00/c002/ km__00002024ss0053.pdf